Garsona patlıcan kızartması, fava, beyaz peynir, kavun ve bir duble rakıyla tonik söyledim.
Tonikle rakı “Ne aláka?” diye soracaksınız.
Şu aláka, rakıyı suyla sulandırıp karşıma koyuyorum ve
ona baka baka tonik içiyorum.
Tam ikinci duble toniğimi yudumlarken yaşlı garson,
- Afiyet olsun Oğuz'cuğum dedi.
Ben, bu sesi hatırlar gibiyim. Surat da
yabancı değil diye düşünürken garson gülümseyerek,
- Beyoğlu Erkek Lisesi, 627 Ercan dedi.
Tabii yahu, bu bizim Hafız Ercan...
Hafızlığı bütün kitapları sular seller gibi
hıfzetmesinden geliyor.
Sınıfın yarısı onun verdiği kopyaların yüzü suyu
hürmetine okulu bitirmişti.
- Sen, mezun olduktan sonra İktisat Fakültesi'ne
gitmemiş miydin?
- Evet, gitmiştim.
- Ne oldu, bitiremedin miydi?
- İkincilikle bitirmiştim.
- Öyleyse bu garsonluk niye?
Ercan, “Uzun hikáye!” deyip bir koşu köşe masanın
mezelerini götürdü.
Okuldan sonra Ercan'ı hiç görmemiştim.
Ama büyük bir işadamı olduğunu gazetelerde okuduğumu
anımsadım.
Hatta, ismine vergi rekortmenlerinin arasında bile
rastlamıştım.
Ayrıca gazetelerin magazin sayfalarının da
gediklisiydi.
Yanında hep sosyeteden bir dilber bulunurdu.
Herif bu yaşta bile hálá yakışıklıydı. Ama düşmez
kalkmaz bir Allah!..
Bizim Hafız, onca varlıktan sonra şimdi garsonluk
yapıyordu.
Bir ara servis tabağımı değiştirmek için Ercan yine
yanıma geldi.
- Vah vah, demek şirketini batırdın?
- Hangi şirketimi? İthalat-ihracatı mı soruyorsun?
- Tamam onu.
- Ne batması yahu, Yugoslavya'dan deri alıp, dikip
Almanlar’a satıyordum.
Sonra, bizim piyasadan zeytinyağı toplayıp İtalyan
etiketiyle İngiltere'ye ihraç ediyordum.
- İtalyanlar hır çıkarmıyor muydu?
- Bayılıyorlardı bile... Şişe başına yüzde 5 patent
parası ödüyordum. Karşılığında İngilizler'den iplik ithal edip dokutuyordum.
Biliyorsun bizde işçilik ucuz. Sonra, İngiliz kumaşı fiyatına Amerika'ya ihraç
ediyordum. O şirketin yıllık cirosu 300 milyon doları buluyordu.
- Sonra ne oldu?
- Şirketi Sabancı'ya sattım.
- Niye be, altın yumurtlayan tavuk satılır mı?
- Ne yapayım sıkıldım.
- “Hey garson, bana bir duble rakı daha getir” diye
seslenmeleri üzerine Ercan başka masaya koştu.
Kafam iyice karışmıştı. O karışıklık arasında tonik
yerine rakı bardağına saldırmışım. Daha birinci fırtta Dr. Deniz Şener'in
ayıplayarak bakan yüzü gözümün önüne geldi. Süklüm püklüm bardağı masaya
bıraktım. Peki ama bu herif, onca parayı kaybetmeyi nasıl becermişti? Yanımdan
geçerken ceketinin eteğine yapıştım.
- Yoksa kumar mı oynadın?
- Kumarı severim doğrusu... Ama aptal kartlarla ya da
ruletin keçi pisliği kadar topuyla kumar oynamam. Hele bir atın dört sıska
bacağına beş kuruş yatırmam. Sadece geçen yıl Borsa'da kazancım 6 trilyonu
bulmuştu.
O sırada kasada oturan meymenetsiz şişko herif,
- Seni buraya çene çalasın diye almadık be... Dört
numaralı masa yarım saattir hesap bekliyor. Zaten kabahat acıyıp da morukları
işe alanda!.. diye homurdanmaya başladı.
- Kusura bakma Oğuz'cuğum. Bugün tek başıma
çalışıyorum. Pinti herif, mutfaktan köfte aşırıyorlar diye iki komiyi de işten
attı.
Ercan, arı gibi çalışırken ben de kafayı
çalıştırıyordum.
Bizim Hafız, ne etmişti de batıp garsonluğa razı
olmuştu?..
Sonunda buldum...
Meşhur kriz!..
Evet mutlaka krizde batmıştı.
Yüzlerce fabrika, dükkán, işyeri krizde kapanmamış
mıydı?..
Sabancı bile üçte bir fakirleştik demişti.
Geç olmuş, müşteriler yavaş yavaş gitmeye
başlamışlardı.
Ben, lanet patronun gönlü olsun diye kalamar, midye
tava, karides ve
içmeyeceğim bir duble rakı daha söyledim.
Meraktan çatlayacaktım.
- Krizden birkaç fabrikam ve şirketim etkilendi
doğrusu... Ama 3 ihracat şirketim dolarla çalıştığı için Lira'nın düşmesi
sonucu açıktan 450 milyon dolar filan kárım oldu. Tabii, turistik otel
zincirimi saymıyorum. Onlar da dövizle iş yapar.
- Yoksa bütün paranı kadınlara mı yedirdin?
- Senin hesap kitaptan tıntın olduğun daha lisedeyken
belliydi. Yahu, kadınlardan bin kişilik bir harem taburu kursam, hepsine kürk,
mücevher, Rencrovır filan alsam 6 aylık kazancımı harcayamam. Ayrıca bende
kadınlara para yedirecek hal var mı?.. Gençliğimde bana Toni Körtis Ercan
derlerdi.
- Hálá fena değilsin.
- Üstelik hálá da elim ayağım tutuyor. İlk eşim
Tütüncügiller'in tek varisiydi. İlk sermayem ondandır. İkincisinin Boğaz'da 4
yalısı vardı. Bu arada zamanın ne kadar ünlü artisti, şarkıcısı varsa aşka
düşüp benim kervana katıldılar. Şimdiki ise adını vermeyeyim, ünlü
bir çıtır manken... Benden tam 42 yaş da küçük.
- Pekiyi be birader, para sende kadın sende!.. Ama ne
halt etmeye gece yarıları böyle salaş meyhane köşelerinde sürünüyorsun?
- Doyumdan... Yani tatminden!
- Ne tatmini?
- Aşk ve iş tatmini... Yaşama başlarken mutlu olmak
için aşkta ve işte başarılı olmak gerektiğini öğrenmiştim. Çünkü insanoğlunun
başına ne bela geldiyse tatminsiz heriflerden gelmiştir. Aşkında ya
da işinde başarısız kişiler tatmin olamazlar. Tatminsiz insan mutsuzdur. Mutsuz
insan çevresini de mutsuz eder.
- Ama sen başarılısın.
- Evet başarılıyım ama fazla başarılıyım. Fazla doyum
da ayrı bir bela... Bir süre sonra amacın, hedefin, hayallerin kalmıyor. Bütün
hayallerin gerçek olmuş. Özleyeceğin hiçbir şeyin yok. Hiç hata yapmamışsın.
Son damlasına kadar sıkılmış limona dönmüşsün. Güne başlarken
yüreğinde minicik bir heyecan kıpırtısı bile duymuyorsun. Yataktan bile çıkmak
istemiyorsun. Para ve kadın bütün cazibesini yitirmiş. Hiç olmazsa burada müşterilerle
ve patronla boğuşup kendimi yaşama ait hissediyorum. Biraz daha genç olsaydım
hamallık yapmak isterdim. Dünya gelişmişse doyumsuzlar sayesinde gelişmiştir.
* * *
Aradan birkaç ay geçti. Ercan'ın derdini hálá anlamış
değilim. Bizim Hafız herhalde kafayı üşütmüştü.
Geçenlerde yine uğrayıp da oğlan ne haldedir diye o
salaş meyhaneye gittim. Meyhane yerinde yoktu. Salaş meyhanenin yerinde neonlu,
altın varak dekorlu lüks bir sosyete restoranı vardı. Kapıdaki amiral gibi
giydirilmiş teşrifatçıya
- Garson Ercan hálá burada mı çalışıyor? diye sordum.
- Bizde Ercan diye garson yok. Ama patronumuzun adı
Ercan dedi.