13 Aralık 2025 Cumartesi

Beraber Yürüyoruz Ama Ayrı Yollarda
Sürünün ritminde, adımı bana ait kalarak.

Gözümü açmamla bir yola attılar beni. 
Baştan aşağı giydirdiler kendi giysileriyle. 
Ne kıyafetlerimi seçebildim 
ne renklerimi.

Gideceğim yolları da tarif ettiler, 
gitmemem gereken yolları da. 
Dediler ki: 
"Sen sadece yürü.
Bu yolun sonu aydınlık.
Bu yolun sonu huzur.
Bu yolun sonu mutluluk."

Ne vakit bu yol benim yolum değil dedim, 
karşıma set ördüler.
Sürüden ayrılanı kurt kaparmış derler.
İyi de ben sürüden ayrılmıyorum ki, 
sürüden ayrı duruyorum dedim. 
Olmaz dediler.
Sürünün içinde kalmak yetmiyormuş meğer.
Sürü gibi yaşamak da gerekiyormuş.

Peki...
Ben neredeyim o zaman 
bu kısa yolculukta?

Ne nereden geldiğimizi biliyoruz
ne nereye gideceğimizi.
İnanıyoruz sadece...
Etimle, kanımla, canımla, ruhumla
yaşayacağım bir hayat var sadece,
o bile bana ait olsun istemiyorlar.

Her şeye rağmen yürüyorum ben...
Kimi zaman boşlukta,
kimi zaman uçurumların kenarında.

Ama yol bu,
bir sahil kenarında konuk ediyor kimi zaman,
kimi zaman heybetli koca bir dağın eteklerinde.
Gün geliyor çıkmaz sokaklar çıkarıyor önüme,
gerisin geriye bir daha yürüyeyim diye.
Yağmur altında sırıl sıklam 
soğuktan titreyerek yürürken,
birden yol kenarında 
bir masa üzerinde bir bardak çayla da
karşıladığı oluyor...

Ben ona yürüdükçe
o da bana göğsünü sonuna kadar açıyor.

Bir mahallede yaşamak,
yürüdüğün yolların kaldırım taşlarını bile biliyor olmak,
bir köşeyi döndüğünde 
karşına neyin çıkacağını bilmek,
neyi nasıl yapman hatta nasıl düşünmen
gerektiğinin belirlenmiş olması elbet konforlu
ve güvenli.

Peki...
Sen neredesin o zaman
bu kısa yolculukta?

Ömer Tamdoğan

6 Aralık 2025 Cumartesi

 Aforizmalarım – Kısa Cümlelerin Uzun Yankıları - II

"Devinen bir tanrı tahayyülünde bilinç, tapınaktan ziyade bir geçide ihtiyaç duyar."

Ömer Tamdoğan

3 Aralık 2025 Çarşamba

Daralan Zamanın Aynasında Rafineleşen İnsan; Hayatına Sahip Çıkmanın Eşiğinde 

Yaşımızın ilerlemesiyle zamanımız daralıyor, zamanımız sıkışıyor. 
Masadaki kum saatinin sesi duyulmaya başlıyor neredeyse. 
Düşen kum tanelerinin titreşimini hissetmeye başlıyor insan. Ve zaman, sessizlik sürecinden çıkıp titreşim halini alıyor artık, her saniyesinde kendini hissettiren. 
20'li yaşlarda hiçbir şeyin farkında olmayan insan 30'lu yaşlarda zaman tünelinin başına geldiğini idrak eder. Ama hala, zaman hiç bitmeyecek ve kendisi hiç ölmeyecek düşüncesindedir. Tünelin yolları geniş, ışık bol, alternatifler çoktur onun için. 
40'lı yaşlara geldiğinde tünelin ucundaki ışık belirmeye başlar. Birçok insan için bir tehdit olan o ışık, aslında bir pusula, bir uyarıcı işlevi görür. 
"Zaman azalmaya, biyolojin kısıtlanmaya başladı. Alacağın kararların bedeli de ağırlaşmaya." der sanki.
Takvim yaprakları aslında bir günü değil bir alanı sembolize eder bu yaşlarda. 
20'li ve 30'lu yaşlarda, bir gün geçip de akşam başını yastığa koyduğunda, o günün kâr zarar hesabını yapmazsın çünkü önünde daha çok uzun günler, aylar, yıllar vardır. Takvimden düşen  bir yaprak sadece kağıt parçası olarak görülür. 
Kırkından sonra aynı gün sonu, alan daralması gibi gelir insana. Bir imkan, bir olasılık, bir enerji, bir pencere kapanmıştır çünkü. Zaman, miktarın değil bir kapasitenin konusudur artık. 
Zamanın esnekliği de azalmaya başlar yavaş yavaş. Çünkü 30'unda yaptığın hataların telafisi için geniş hareket alanın ve zamanın olabilir. Ama 40'ından sonra daralmaya başlar bu yelpaze. Bedeli de daha ağır olur haliyle. 
Geleceğin daralması değildir sadece koşulları zorlaştıran. 
Aynı zamanda geçmişin yoğunlaşması da bir ağırlık oluşturur. 
Biriken yaşanmışlıklar, vazgeçişler, seçimler; hepsi bir olup insanın sırtında bir anlam arşivi oluşturur. 
Bu nedenle insan 40'ında sonra boş insanlara, boş sohbetlere, boş eylemlere tahammül edemez ve mesafe koyar. Çünkü zaman sadece ileriye doğru değil içeriye de sıkışmıştır.
Tam bu noktada insan yaşamına sahip çıkmaya karar vermelidir ve bunun için ciddi mesai harcamalıdır.
Olumsuz gibi görünen bazı durumların kalan yolculuğumuzda bize sunulan büyük nimetler olduğunu anlamamız gerek. 
Hani dedik ya belli bir yaştan sonra zaman kapasitenin konusu halini alır diye. İnsanın bu dönemde rafineleşmesinin biyolojik bir karşılığı da vardır. 
Yaş ilerledikçe sadece zaman değil, beynin kendi seçim mekanizması da daralır ve hassaslaşır. Aslında bu noktada saat ilerlemiyor, biz kapasite kaybediyoruz; takvim değil, sinir sistemimiz daralıyor.
Beynimizdeki nöronların yeni deneyimlere, öğrenme süreçlerine ve çevresel değişimlere uyum sağlama kapasitesi olan nöroplastisite, ilerleyen yaşlarda azalmaya başlar. Ama bu korkulacak bir durum değildir. 
Çünkü yaşın ilerlemesiyle enerji sınırları daralmaya başlar. Beyinsel kaynaklar daha seçici olur ve plastisite hız değil kalite odaklı çalışma eğilimine girer. 
Yani kalite artar hayatınızda. Zihninizi kirleten insanlarla araya mesafe koyar, boş tartışmalardan kaçınır ve kalitesiz ilişkilerden uzak durursunuz. 
Yani hayatınıza sahip çıkmaya başlarsınız. 
Hayatınıza sahip çıkmak zamanınıza sahip çıkmakla olur. Siz kendi zamanınıza sahip çıkmazsanız başkaları mutlaka bu işi üstlenir. Sonra da o başkalarının taleplerine, gürültüsüne ve kaosuna teslim etmiş olursunuz zamanınızı yani hayatınızı. 
Zamanı optimize etmek için enerji hırsızlarından uzak durmak gerekir öncelikle. Boş insanlar, boş sohbetler, sürekli şikayet edenlerden özellikle. 
Sonra da kaliteyi ilke haline getirmek çok önemli. Müzikte, düşüncede, diyalogda, insanda...
Kaliteli müzik dinlemek, insanın sinaptik estetiğini güçlendirir. Derin fikirler üzerine tefekkür etmek, beynin prefrontal korteksini güçlendirir. Bu da karar verme, odaklanma, sakinlik ve bilgelik duygusunu artırır.
Sosyal çevrenin daraltılması gibi de algılanabilecek bu durumu ben rafine hale getirmek olarak tanımlıyorum. 
Ve hafiflik. 
Yaş ilerledikçe insan kalabalıklardan değil ağırlıklardan yorulur. Yükleri hafifletmek hayatı hafifletmek demektir.
Velhasıl kelam, insan, kendini iyi besleyen zihinsel bir ekosistem kurmalı içinde; çünkü insanın yaşamı, en çok beslediği yerde büyür.

Ömer Tamdoğan

21 Kasım 2025 Cuma

İtidal Noktası: Erdemin Sessiz Ekseni

Bu hayatta hep bir denge arayışı içindeyiz. Yaptığımız bu yolculukta tüm çabamız, çoğu zaman o ince çizgiyi bulmak için: 
İtidal noktası.
İnsanın iç dünyası bir sarkaç gibi salınır. Bir o uçta bir bu uçta. 
İfrat ve tefrit. 
İfrat, aşırılık manasındadır. Bir duygunun, bir davranışın veya niteliğin dozunun fazlalığı, yani ölçüsüzlüğüdür.
Tefrit ise kısaca eksiklik demektir. İfratın tam zıt yönü yani. Bir niteliğin yetersizliği ya da zayıflığıdır. 
Bir itidal noktası olarak cesaretin aşırısı saldırganlık, eksikliği korkaklık olur.
Benzer şekilde, bir diğer itidal noktası olan cömertlik, ölçüyü kaçırınca savurganlığa; azaltınca cimriliğe dönüşür.
İşte bu iki uç arasında zarif bir çizgi vardır: itidal — erdemin sessiz ekseni.
Aşırılıklar, doğası gereği insanı dengesiz bir hale sokar. İtidal ise tam bu noktada dengeyi yeniden kurma süreci olarak karşımıza çıkar. 
Sabit bir hal değildir çünkü yaşamın kendisi sabit değildir. Dolayısıyla itidal, statik bir duruş değil tam aksine dinamik bir dengeleme çabasıdır. 
Bir erdemdir. 
Aristoteles’in de vurguladığı gibi, iki aşırılık (ifrat ve tefrit) arasında yer alan Altın Orta'da bulunur.
Aşırılıklar, insanı bir süre kendi içinde güçlü ve özgür hissettirse de sonunda tükenmişliğin gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü uçlarda yaşamak sürekli olarak bir gerilim halidir ve insan ruhu orada uzun süre kaldığı vakit problemler ortaya çıkar. 
Aşırılıklar bedenin nörolojik düzenini de oldukça zorlayan durumlardır. 
Sürekli gerilim altında kalan sinapslar, bir süre sonra yeni bağlantı kurma kapasitesini kaybeder. Ayrıca sinaptik esnekliği de köreltirler.
Oysa itidal, nöroplastisitenin (beynin kendini yeniden düzenleme yeteneği) en verimli alanıdır. Çünkü denge hâlinde beyin, hem hareketi hem de sessizliği kaydedebilir. Ne bastırılmış ne de taşkın bir uyarım düzeyi... tam da öğrenmenin, iç görünün ve zarafetin doğduğu eşik.

Uçlarda yaşam, sinir sisteminin alarm hâlidir. Kişi bir süreliğine güçlü, canlı, hatta “uyanık” hisseder; ama bu, sürdürülemez bir farkındalıktır. Çünkü orada bedensel ritim bozulur.
Uçlara gitmek zaman zaman gerekir elbette. İnsan, kendi sınırlarını görmeden dengeyi nasıl öğrenecektir ki? 
Ama oralarda yaşamak, kendini yakmaya benzer; ateşi anlamak için ona yaklaşmak ya da biraz dokunmak yeterlidir, içine düşmek değil.
Oysa denge, hareketin içinde sessizce akar. Dans eden beden bunu bilir mesela.
Dengenin sırrı, sabit durmakta değil; her an, küçük ayarlamalarla yeniden kurulmasındadır.

Bu yüzden itidal, durağanlık değil, dinamik bir dengeleme sanatıdır. 
Hareketin içindeki dinginliktir, bir iç dengedir. 
Bir davranış biçiminden ziyade bir varoluş senkronizasyonudur. 

Ömer Tamdoğan

7 Eylül 2025 Pazar

Aforizmalarım – Kısa Cümlelerin Uzun Yankıları - I

"Hareketsiz duran her şey çürür, kokuşur.  Cevapların harap ülkesinde anlam, ne kadar diri, ne kadar ferah, ne kadar üretken kalabilir ki? Bu durum onu sahiplenen bilinç için de geçerli elbette."

Ömer Tamdoğan

3 Eylül 2025 Çarşamba

 Herkes Acısını Kendi İç Mimarisinin Diliyle Yaşar 

- ayrılıkta gözyaşı üzerine küçük bir deneme -

Bir ayrılık yaşandığında ağlamak ya da ağlamamak sevmenin derinliğini ölçen bir kriter olamaz. 
Herkesin içsel mimarisi farklıdır. 
Gözyaşı da duyguların dışa vurum biçimlerinden biridir. Kimi gözyaşıyla rahatlar, kimi sessizlikle çöker, kimi dışarıdan yıkılmaz kale gibi görünür ama içi yerle yeksan olmuştur. 
Gözyaşını göstermek bir duygu yoğunluğudur ama göstermemek bu duygunun yokluğu değildir. Ve bazen duyguyu dışa vurmamak onu daha içten, daha yoğun yaşadığın anlamına gelir. 
Bu da bir güç gösterimi değil; bir tarz, bir yol meselesidir. İnsanların hisleri kendine özgüdür. 
Sevgi gibi yas da kişiseldir. 
Maalesef kalbin yükünü gözden düşen bir damla suyla ölçmeye çalışıyoruz hala. 
"Gözlerimden yaş dökülmedi ama kalbimin yarısını ona ayırmıştım ben. Gittiğinde sadece onun bedeni gitmedi; içimden o kadar çok şeyler eksildi ki." diyebilir insan. 
Ağlamak, ayrılık sonrası sevmenin derinliğinin ya da büyüklüğünün kriteri değildir her zaman. 
Bazılarımız gözyaşını dışarı döker bazılarımız ise içine akıtır. Ve bazen içe dökülen gözyaşı çok daha ağır gelir insana. 
Çünkü onun şahitleri yoktur. 
Hiçbir mendille silinmez ve hiçbir omuza yaslanmaz. 
Kendi içine çöker, orada kök salar. 
Belki bir gün şarkı olur bir satır da dökülür. 
Belki bir gün şiir olur, bu şekilde dışarı akar. 
Sevmenin kanıtı sadece gözyaşı değildir ki. 
Giden birinin ardından, kalanın içini sızlatan anıların varlığıdır. 

Ve sessiz yaşanır bazı sevgiler. 
Tıpkı bir tohumun toprak altında çatlarken çıkardığı o sessiz çığlık gibi.

Ömer Tamdoğan 

30 Ağustos 2025 Cumartesi

Eksiklikten Doğan Anlam

Eksiklik boşluk değil, oluşun nefesidir; ötekiyle karşılaştığında anlam yankısını bulur.

İnsan anlamını yalnızca içinden değil, aynı zamanda ötekinden üretir.
Ötekiyle karşılaşmadan, onunla temas kurmadan, bir ilişki tesis etmeden kişi kendi yankısını bulamaz.
Saf içsel bir anlam yoktur.
Bir çakıl taşı yalnızca taştır; ne zaman ki ona bir hatıra, bir sembol, bir metafor yüklersin, o zaman karşılık kazanır.
Öteki olmadan anlam daima eksiktir. 
Ama bu eksiklik trajik bir boşluk değil; yaratıcılığın mekânıdır. Çünkü devinimin olduğu yerde yaratım sürer.
Hücrelerimiz her gün ölür ve yenilenir; ekosistemler dengesizlikle canlı kalır. 
Eksiklik devinimi, devinim yaratımı zorunlu kılar.
O, yalnızca boşluk değil, aynı zamanda oluşun da mekânıdır.
Tamamlanma ise çürümenin eşiği.
Tıpkı bir mezar gibi.

Ömer Tamdoğan 

Beraber Yürüyoruz Ama Ayrı Yollarda Sürünün ritminde, adımı bana ait kalarak. Gözümü açmamla bir yola attılar beni.  Baştan aşağı giydirdile...